Gustav Radbruch’dan Seçmeler – Yasal Haksızlık ve Yasa Üstü Hukuk (1946)
“Emir emirdir” ve “yasa yasadır”. Bu iki maksim vasıtasıyla Nasyonal Sosyalizm kendine tabi olanları, askerler ve hukukçuları saygıyla bağlamanın çaresini bulmuştu. “Emir emirdir” maksimi hiçbir zaman sınırsız varolmamıştır. Askerlerin emre uyma yükümlülüğü suç işleme amacına yönelik emirler söz konusu olduğunda sona ermekteydi. Buna karşılık “yasa yasadır” maksimi hiç bir sınırlamaya tabi değildi. Bu maksim, pozitivist hukuk düşüncesinin bir ifadesiydi ve on yıllarca Alman hukuk düşünürleri üzerinde itirazsız kabul görmekteydi. Yasal haksızlık, tıpkı yasa üstü hukuk gibi kavramsal bir çelişkidir. Bugün her iki problem ile de hukuk pratiğinde tekrar ve tekrar yüz yüze gelinmektedir. Örneğin yakın zamanda Wiesbaden Sulh Mahkemesinin bir kararını yayınladı ve kararın tartışması yapıldı. Karara göre;
“Yahudilerin malvarlıklarını Devlete bırakmalarını öngören yasalar doğal hukuk ile çatıştığı için yapıldığı anda yok hükmündedir”.
[Radbruch yazının bu bölümünde çeşitle manhkeme kararlarından örnekler verir ve aşağıdaki şekilde devam eder.]
Yargının yasa diye isimlendirdiği şey her neyse, o artık bugün geçerli değildir. Bizim hukuk görüşümüzde Hitler ordusundan firar etmek, firariyi onursuz hale getirmez, Bir suçlu kılmaz ve cezasını meşrulaştıramaz.
Her yerde yasal haksızlık ve yasaüstü hukuk perspektifinden hareketle hukuki pozitivizme karşı mücadele başlatılmaktadır.
Pozitivizm, “yasa yasadır” inancıyla gerçekte keyfi ve suç içerikli yasalara karşı Alman hukukçuları savunmasız bırakmıştır. Bu açıdan pozitivizm, Kendi öz gücüyle yasaların geçerliliğini temellendirme olanağına sahip değildir. Pozitivizm bir yasanın geçerliliğinin basitçe yasanın arkasında onu yürürlüğe koyan yeterli gücün olduğunu göstermek suretiyle kanıtlanabileceği iddiasındadır. Ancak güç belki dışarıdan zorlayıcı bir yapılması gereken için temellendirme yapmaya hizmet eder, asla olması gereken ve geçerlik için bir temel oluşturmaya değil. Hukuki geçerlilik ve yükümlülük, daha ziyade yasanın bizatihi içinde yerleşik bir değere dayandırılır. Şüphesiz içeriğine hiçbir önem atfetmeden her pozitif yasa bir değer içerir, çünkü herhangi bir yasa, en azından hukuk güvenliği yarattığı için hiç yasa olmamasından her zaman daha iyidir. Fakat hukuk güvenliği hukukun yaratacağı yegane ve nihai belirleyici değer değildir. Hukuk güvenliğinden başka iki değer daha vardır; amaçsallık ve adalet. Bu değerlerin hiyerarşik sıralamasında kamu yararına hizmet eden hukukun amaçsallığını en son yere yerleştirmeliyiz. Hiçbir şekilde hukuk, “halka faydalı olan” herhangi bir şey veya her şey değil, tam tersine sonuç itibarıyla halka faydalı olan şey hukukun hukuki güvenlik yaratması ve adalete yönelme çabasıdır. Yürürlüğe konulmuş olmasından ötürü her pozitif yasanın taşıdığı karakteristik değer olan hukuk güvenliği, amaçsallık ve adalet değerleri arasında bir yerde bulunur. Zira hukuk güvenliği bir yandan kamu yararı bir yandan da adalet için gereklidir. Kesin olan hukukun elbette şimdi ve burada belirli bir doğrultuda yorumlanıp ve uygulanıp fakat başka bir yerde ve yarın bir başka şekilde yorumlanıp, uygulanmaması da ayrıca adaletin gereğidir. Hukuk güvenliği ve adalet arasında, içeriksel olarak itiraz edilebilir ancak uygun şekilde yürürlüğe konulmuş geçerli yasa ile yazılı forma dökülmemiş adil hukuk arasında bir çatışma doğduğunda, hakikatte adaletin bizatihi kendi içinde, görünüşteki ve hakiki adalet arasında bir çatışma vardır. Bu çatışma İncil’de “üzerinizde kural koyana, seni yönetene itaat et ve teslim ol” emri ile diğer yandan “tanrıya insandan daha fazla itaat et” buyruğu arasında en mükemmel şekilde ifade edilmiştir.
Adalet ve hukuk güvenliği arasındaki çatışma belki en iyi şu şekilde çözülebilir:
Meriyete geçirme ve güç tarafından güvence altına alınan pozitif hukuk, içeriği haksız ve insanlara yarar sağlamadığı zaman dahi, şayet yasa ve adalet arasındaki çatışma tahammül edilemez bir düzeye erişmedikçe üstünlüğe sahiptir. Tahammül edilemez duruma eriştiğinde yasa, yanlış yasa olduğu kabul edilerek adaletin karşısında geri çekilmelidir.
Yasal haksızlık ile yanlışlığına rağmen geçerli yasalar arasında keskin bir sınır çizmek olanaksızdır. Yine de son derece açıklıkla çizilebilecek bir ayrım çizgisi vardır. Bu sınır, adaletin özü olan eşitliğe teşebbüs dahi edilmeyip, pozitif yasanın çıkarılmasında eşitliğin bilinçli olarak reddedilmesi halinde, yasanın sadece “yanlış hukuk” değil, her halükarda hukukun doğasından tamamen yoksun kalması halidir. Zira pozitif hukuk da dahil hukuk, bir sistem ve kural koyma olarak adalete hizmet anlamından daha başka bir şekilde tanımlanamaz. Bu standartla ölçüldüğünde Nasyonel Sosyalist hukukun bütün parçaları asla geçerli hukukun onuruna erişememiştir.
Tüm Nasyonal Sosyalist hukukun ruhuna nüfuz eden Hitler’in kişiliğinin en bariz özelliği, herhangi bir doğru-yanlış, hakikat manasından tamamen yoksun oluşudur. Hakikat duygusuna sahip olmadığından utanmadan ve sıkılmadan hakikatin sesini retorik bakımdan o anda geçerli olan her ne ise geçici olarak ona ödünç bırakmıştır. Ve doğru-yanlış duygusuna sahip olmadığından tereddüt etmeksizin, despotik kaprisini en zalim ifadesi olan keyfiliği yasa yapmıştır. Bu rejimin başlangıcında Potempa katillerine onun sempati telgrafı sonunda ise 20 temmuz 1944 şehitlerinin korkunç bir biçimde rütbelerinin geri alınması geliyordu. Bunu destekleyici teori, Potemta[1] ölüm cezalarına cevap yazısında Nazi ideoloğu Alfred Rosenberg tarafından “Völkischen Beobachter” gazetesinde sağlanmıştır.
İnsanlar birbirine benzemez, katilleri birbirine benzemez; Fransa’da uygun bir şekilde yargılanan pasifist Jaures’in katli, milliyetçi Clemenceau’yu öldürmeye kalkışmaktan daha farklı bir bakış açısıyla değerlendirilmektedir. O yüzden vatanperverlik hesleriyle suç işleyen failin halka zarar verici motiflerle suç işleyenlerle aynı cezaya çarptırılması imkânsızdır. En başından beri sarih niyet, Nasyonel Sosyalist “hukukun” kendisini adaletin temel gereğinden daha açıkçası eşitleri, eşit muameleye tabi tutmaktan ayrıştırıp kurtarmaktı. Bu yüzden hukukun doğasından tamamen yoksundu ve yanlış bir hukuk olmanın ötesinde, hiçbir şekilde hukuk değildi.
Bu durum özellikle her siyasi partinin, devletin bir kısmını temsil ettiği prensibine aldırış etmeyen ve devletin tümü üzerinde hak iddiasında bulunan Nasyonel Sosyalist Parti vasıtasıyla konulan hükümlerde görülmektedir. İnsanlara “aşağı insan” olarak muamele eden ve insan haklarını yadsıyan yasalarda da hukuk karakteri bulunmaz. Cürmün ağırlığı dikkate alınmadan sadece anlık gözdağı/tehdit ile yön verilen en ağır suçlar kadar, en hafif suçlar için de aynı cezaları ve -çoğu zaman idam- öngören yasalar da hukuk karakterinden yoksundur. Bunların hepsi sadece ve sadece yasal haksızlığın örnekleridir.
-Tam da geçen 12 yıl zarfında yaşananların- pozitif yasaların hukuk niteliğini reddeden yasal haksızlık kavramı ile, hukuk güvenliği için korkunç tehlikeleri beraberinde getirebileceğini de idrak etmeliyiz. Bu tip bir haksızlığın Alman halkının bir defaya mahsus çılgınlığı, sapmaları olarak kalacağını ümit etmeliyiz. Fakat Nasyonel Sosyalist yasa koyuculuğun istismarına karşı her türlü savunma olanağını yok eden pozitivizmin temel olarak üstesinden gelmekle birlikte, böyle hukuk dışı bir devletin tekrar ortaya çıkmaması için, her türlü ihtimal dahilindeki olaylara karşı silahlanmalıyız.
Aşağıdakiler gelecek için geçerlidir.
Geçmiş 12 yılın yasal haksızlığının ışığında hukuk güvenliğinden en az bir tavizle, adalet gereklerini karşılamanın yoluna aramalıyız. Her yargıcın kendi başına yasaları geçersiz kılmasına izin vermeyip, bu görev bir Yüksek Mahkeme yahut Yasama Organında saklı tutulmalıdır. Bu tip bir yasa Alman Eyaletleri Konseyi’nin aralarında yaptığı anlaşmaya dayanarak Amerikan Bölgesinde halihazırda “Ceza Hukuku Alanında Nasyonel Sosyalist Yanlışların Telafisi Hakkında Yasa” ile yürürlüğe konmuştur. Yasaya göre “nasyonal sosyalizme yahut militarizme direnmek için girişilen politik eylemler cezalandırılmaz” hükmü, firar davası örneğindeki gibi sıkıntıları çözer. Diğer taraftan bu kanuna eş “Nasyonel Sosyalist Suçluların Cezalandırılması Hakkında Yasa” ancak eylem işlendiği andaki yürürlükteki yasaya göre suç oluşturuyorsa, burada tartışılan davalara uygulanır. Bu diğer üç davanın cezalandırılabilirliğini, sonraki yasayla bağlantı kurmadan “Alman Imparatorluk Ceza Yasasına” göre değerlendirmek durumundayız.
Burada tartışılan ihbarcı davasında ihbarcının adam öldürmeye yönelik suç kastı varsa ve fail kastının gerçekleşmesi için ceza mahkemesini bir alet ve ceza davasının otomatizmini bir araç olarak kullanmışsa, ihbarcının şahsında bir adam öldürme cürmünün dolaylı failliğinin kabulünde itiraz edilecek bir husus bulunmaz. Böyle bir kast özellikle failin, ihbar ettiği şahsın karısıyla evlenmek, işini ve evini almak ya da intikam vesaire gibi ihbar ettiği kişiden kurtulmakta menfaati olduğu durumlar da vardır.
Her kim, suç işlemek maksadıyla, kendisine itaat etmekle yükümlü olanlar üzerindeki emretme hakkını kötüye kullanıyorsa, dolaylı faildir, aynı şekilde suç işleme amacıyla birini ihbar suretiyle yargısal araçları harekete geçiren kişide dolaylı faildir. Mahkemenin sırf bir araç olarak kullanılması özellikle dolaylı failin, ceza yargıçlığı makamının siyasi eğilimini, politik fanatizmin varlığı olsun, dönemin iktidarının baskısı olsun, hesaba katılabildiği ve kattığı vakalarda açık ve nettir.
Diğer taraftan muhbirin böyle bir suç kastı olmayıp onun yerine mahkemeye kanıt sağlama ve geri kalan mahkemenin kararına bırakmaya niyet ettiğini varsayalım, bu durumda muhbir mahkumiyete ve ihbar ettiği kişinin dolaylı olarak idamına sebep olmaktan dolayı şerik sıfatıyla ancak bizzat mahkemenin karar ve kararın infazı nedeniyle adam öldürme cürmüyle suçlu olması durumunda cezalandırılabilir. Bu Nordhausen’deki mahkemenin fiilen izlediği rotaydı.
Yargıçların adam öldürmeden dolayı sorumluluğu, aynı zamanda onların hukuku tahrif suçunu işlediklerini öngörmektedir. Çünkü bağımsız bir yargıcı kararı ancak onun bağımsızlığı, yasaya, yani hukuka itaat etmek prensibine hizmet etme niyetini taşımayıp bu ülkeyi ihlal ediyorsa cezalandırmaya konu olabilir. Geliştirdiğimiz “uygulanan yasa hiçbir şekilde hukuk değildir”, yahut verilen cezanın derecesiyle diyelim ki yargıcın takdir hakkında ölüm cezasına hükmederek adaletle alay edilmesi temel prensiplerine uyan durumda, objektif olarak hukukun tahrifi vardır. Fakat yürürlükteki hukuktan başka bir hukuk bilip tanımayan pozitivizmin etkisiyle körleşmiş yargıçlar söz konusu olduğunda, pozitif hukukun yasalarına uygulayan bu tip yargıçların hukuku tahrif etme kasıtları var mıydı? Ve hatta bu kasıtlı hareket etmiş olsalar dahi onlar için sıkıntılı son bir hukuki savunma daha vardır. Onlar, Nasyonal Sosyalist hukukun, yasal haksızlık olduğunu dile getirmiş olsalardı yaşamlarının riske gireceğine işaret ederek Ceza Kanunu 54. maddesindeki ıztırar haline sığınmaktadırlar. Bu da utanılacak bir haldir, çünkü yargıcın “ethosu” kendi yaşamı dahil ne pahasına olursa olsun adalete doğru yönelmektir.
Üzerinde durulacak en basit soru, ölüm cezalarını yerine getiren iki idam infaz yardımcısının cezalandırılması meselesidir. Hiç kimse kendisinin, ne başka insanlara öldürmeyi iş haline getiren insanların ne de o dönemde bu işin karlılığı ve refahı arttırışının tesirinde kalmasına izin veremez. Onların meslekleri nesilden nesile geçen bir türlü zanaat olsa da cellatlar mütemadiyen kendilerinin sadece infaz ettiklerini, hüküm vermenin sayın yargıçların görevi olduğuna göndermede bulunarak, kendilerinin mazur olduklarına dikkat çekerler. “Beyefendiler kötülüğü kontrol altına alırlar ve ben onların hükümlerini infaz ederim.” Bu 1698 tarihli ifade yahut benzeri beyanlar, çoğu kez celladın kılıcının keskinliği üzerinedir. Nasıl bir yargıcın idam kararı, sadece bu karar hukukun tahribatına dayandığında, adam öldürme teşkil ediyorsa, cellat da bir infaz nedeniyle sadece 345. maddenin unsurları gereği infaz edilmemesi gereken bir cezanın kasten infazı oluştuğundan, cezalandırılabilir. Karl Binding bu suçun unsurları konusunda şunu söyler; “infaz memurunun hükmün infazı ile olan ilişkisi, yargıcın yasa ile olan ilişkisine benzer, infaz memurunun yegane görevi yasanın gerçekleştirilmesinde yatar”. İnfaz memurunun tüm eylemi, hüküm ile belirlenmiştir. “Eylemi hüküm ile tutarlı olduğu müddetçe doğrudur. Hükümden saptığı zaman ise adil olmaktan çıkar. Aksi infaz konusundaki tek otoriteyi kabul etmemek anlamına gelir ve bu da kusurun özünü oluşturur, böylece suç hükmün takviyesi olarak nitelendirilebilir.” Hükmün hukuka uygunluğunun doğrulanması cellada düşmez. Böylece onun hukuka aykırılığı düşüncesi, cellada zarar vermez, celladın işini bırakmaması hukuka aykırı ihmal suretiyle icra olarak ona isnad edilemez.
Şekli hukuki tereddütlerin açık unsurlarının üstünü örtmeye eğilimli olduğu biçimindeki Nordhausen’da ifade edilen görüşleri benimsemiyoruz.
Bunun yerine bizim görüşümüz; hukuk güvenliğinin 12 yıldır inkarından sonra, baskı ve tehdit dolu bu yıllarda yaşamış herkes için anlaşılabilir olan baştan çıkmaya direnmek için hukuki biçim düşüncesiyle kendimizi silahlandırmaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Adaleti aramak zorundayız ancak aynı zamanda adaletin bizatihi bir unsuru olan hukuk güvenliğine de dikkat etmeliyiz. Hem adalet hem hukuk güvenliği fikrine mümkün olduğunca hizmet edecek bir hukuk devletini yeniden inşa etmeliyiz. Hukuk devleti bizim günlük ekmeğimiz, içecek suyumuz ve aldığımız nefes gibidir ve demokrasi hakkındaki en iyi şey, sadece demokrasinin böyle bir hukuk devletini teminat altına alabileceğidir.
(Gustav Radbruch)
EKLENENLER
“ <Yasa yasadır> inancıyla pozitivizm gerçekte Alman hukukçularını, keyfi ve suç işlercesine bir içeriğe sahip yasalara karşı savunmasız bırakmıştır. Bu bakımdan pozitivizm yasaların geçerliğini temellendirecek bir özgüce asla sahip değildir. O, bir yasanın, geçerliğini, kendini uygulatmak iktidarına sahip bulunmuş olmakla, kanıtladığına inanmaktadır.
Fakat iktidarla belki bir uymak zorunluluğu açıklanabilir, ancak bir <olması gereken>, bir <geçerli olmak> asla temellendirilemez. Bu, daha çok yasanın özünde yerleşik bulunan bir değere dayanabilir. Elbette, her pozitif yasa, kendi içeriğine bakılmaksızın, belirli bir değer taşımaktadır; Onun varlığı, hiçbir yasa bulunmamasından daha iyidir, çünkü en azından bir hukuk güvenliği sağlamaktadır. Ancak hukuk güvenliği, hukukun gerçekleştirmesi gereken tek ve belirleyici değeri değildir. Hukuk güvenliği yanında daha çok, iki başka değer daha yer almaktadır; amaca uygunluk ve adalet. Bu değerler hiyerarşisinde hukukun kamu yararı bakımından amaca uygunluğunu en son yere koymalıyız.
Hukuk asla <halka yararlı olan> her şey demek değildir, aksine halka sonunda ancak, güvenliğini sağlayan ve adalete yönelik bir hukuk yararlı olabilir (…) Adalet ve hukuk güvenliği arasındaki uzlaşmazlık, koyma ve güç yoluyla güvenceye alınmış pozitif hukukun, içerik bakımından haksız ve amaca uygunsuz olsa dahi öncelik taşımasıyla çözülebilir, meğer ki pozitif yasanın adaletle olan çelişkisi, ‘yanlış yasa’ olarak, adalet karşısında geri adım atmasını zorunlu kılacak derecede katlanılmaz bir ölçüye varmış olsun. Yasal haksızlık durumları ile yanlış içeriğine rağmen geçerli yasalar arasında kesin bir sınır çizmek olanaksızdır.
Ancak bir yerde kesin bir sınır çizilebilir; adaletin amaçlanmadığı, adaletin özünü niteleyen eşitliğin pozitif hukuk yapılırken bilinçli olarak yadsındığı yerde yasa, yalnızca <yanlış hukuk> değil, daha çok her türlü hukuk olma doğasından yoksundur. Çünkü hukuk ve elbette pozitif hukuk da, amaçları bakımından adalete hizmet etmekle belirlenmiş bir düzen ve kural koyma olmaktan başka bir şey olarak tanımlanamaz.” …
“Yasalar adalet istencini bilinçli olarak yadsıyorsa, örneğin; İnsan Hakları’nı sağlamakta keyfilik içeriyor ve yetersiz kalıyorsa, o zaman bu yasaların geçerliliği yoktur, o zaman halk bunlara itaat borçlu değildir, o zaman hukukçular da kendilerinde, bu yasaların hukukilik karakterinin bulunmadığını söylemek cesaretini bulmalıdır.” …
“Adalet ve hukuki kesinlik arasındaki çatışma belki en iyi şu şekilde çözülebilir. Yasama ve iktidar tarafından güvence altına alınan pozitif hukuk, onun içeriği adaletsiz olduğu ve insanlara yarar sağlamadığı zaman dahi, şayet yasa ve adalet arasındaki çatışma tahammül edilemez bir düzeye erişmedikçe üstünlüğe sahiptir. Tahammül edilemez duruma eriştiğinde yasa, adaletsiz olduğu kabul edilerek adaletin karşısında çekilmelidir. yasalı haksızlık ile yanlışlarına rağmen geçerli yasa arasında keskin bir hat çizmek olanaksızdır. Yine de son derece açıklıkla çizilebilecek bir ayrım çizgisi vardır. Adaletin özü olan eşitliğe teşebbüs dahi edilmeyip, yapılması esnasında bunun bilinçli olarak reddedildiği pozitif yasa, yalnızca adalete aykırı olmayıp hukukun gerçek doğasından tamamen yoksundur. Pozitif hukuk dahil bir sistem ve kurum olarak hukuk, adalete hizmet etmek anlamından başka bir şekilde tanımlanamaz.” …
“Hukukun otoriter buyruğuna kendi hukuk duygusunu Feda etmek, yalnızca hukuka uygun olanın ne olduğunu sormak ve asla onun adaletli olup olmadığına bakmamak ilgili Adalet sevgisi olmaksızın zevkle yürütülen meyecek bir meslekte belki de adaletsizliği hizmet etmek hukukçunun ödevi ve trajedisidir.” (1929) …
“Ortak/birlikte yaşamak düzeni, beraber yaşayan bireylerin hukuk anlayışlarına bırakılamaz zira bireylerin birbirleriyle çatışan yönlere gitmeleri olasıdır. Bunun yerine bireylerin üstünde bir otorite tarafından tek düzenle yönetilmelidirler. Şayet hiç kimse neyin doğru/adil olduğunu belirleyemiyorsa birisi neyin hukuki olduğunu söylemek, birbirine karşıt hukuki görüşler arasındaki çatışmayı sonlandırmak zorundadır. Bir irade tarafından yürürlüğe konulan hukuk, bunu yapmaya muktedirdir.” (Gustav Radbuch’s Legal Philosophy, 57-71) …
“Bir yargıç sadece adaletsiz olmakla kalmayıp canice bir yasaya dayanarak adaleti asla yerine getiremez. Biz, tüm yazılı yasaların üstünde insan haklarına dayanan ve insanlık dışı tiranların suç oluşturan emirlerinin geçerliliğini yadsıyan, zamanı bilinmeyecek kadar eski, yabancılaşamayan hukuka müracaat edeceğiz.
Bu düşünceler ışığında hümanizm insanlık düsturuyla tutarlı olmayan gayri ciddi şeyler için ölüm cezaları veren yargıçlar kovuşturulmalı ve aleyhine ceza davası açılmalıdır.” (Radbruch – Statutory Lawlessness and Supra Statutory Law)
[1] 1932 Potempa Cinayeti
Potempa Cinayeti, Nazi Partisinin Weimar Almanya’da kaydettiği ilerlemeye karanlık bir gölge düşürdü. Potempa Cinayeti, 1932’de Adolf Hitler’in Başkan von Hindenburg’u bir sonraki Almanya Şansölyesi olabileceğine ikna etmek için doğru siyasi pozisyondayken gerçekleştirildi. Ancak Cumhurbaşkanı, cinayetin Nazi Partisinin nasıl işlediğinin semptomatik olduğuna inanıyordu ve cinayet sadık Naziler tarafından gerçekleştirilse bile Hitler’e hiçbir şey yapmadı.
9 Ağustos 1932 gecesi, SA’dan beş adam Komünist bir madenci olan Konrad Pietrzuch’un evine girdi. Pietrzuch Yukarı Silezya’daki Potempa’da yaşadı. Annesinin önünde çiğnenmişti. Beş katil, saldırı sırasında kendilerini gizlemek için çok az şey yaptı ve hızla toplandı ve tutuklandı. Duruşmanın sonunda, cinayetten suçlu bulundular ve ölüm cezasına çarptırıldılar.
Hitler, diğer kıdemli Nazilerle birlikte, sadece kararla değil, aynı zamanda cümle ile de öfkeliydi. Beş katil hapiste iken onlara bir telgraf gönderdi:
“Yoldaşlarım! Bu iğrenç kan cümlesinin karşısında sana sınırsız sadakatle bağlıyım. Resmim hücrelerinizde asılı duruyor. Seni nasıl bırakabilirim? Almanya için mücadele eden, yaşayan, kavga eden ve gerekirse ölen herkesin hakkı vardır. ”
Hitler, Pietzruch’u devletin düşmanı ilan eden Polonyalı Komünist olarak kınadı.
Hitler, Almanya’nın, SA ve Komünistler arasında olduğu gibi farklı siyasi görüşlere sahip iki grup arasındaki çatışmanın bir parçası olarak meydana gelirse, sokakta binlerce ölümü affedebileceğini de belirtti. Ancak Hitler, ulusun “ulusal tutku” ile hareket eden ve ülkelerini ilk sıralayan erkeklere karşı ölüm cezası uygulayan bir hükümeti asla affetmeyeceğini savundu.
Stahlhelm ve Konigin Luise Bund gibi muhafazakar gruplar da beş erkeğe desteklerini ifade ettiler ve bir başkanlık afı için von Hindenburg’a dilekçe verdiler.
O zamanlar Şansölye, von Papen, beş katilin suçtan hemen sonra ülke çapında bir Nazi tepkisinden korktuğu için infaz edildiğini ve Nazi Partisi’nin zaten sokak şiddetini arttırmak için araçlarına sahip olduğunu görmek istemiyordu. hükümeti zayıflatırdı. Ayrıca af diledi.
Aslında, gecikme Weimar üzerinden geçen siyasi kaosa denk geldi ve Hitler Şansölye olarak atandığında, 30 Ocak 1933’te katiller hala hapiste ve ceza infaz edilmedi.
21 Mart 1934’te Nazi hükümeti, hapishanede “Weimar Cumhuriyeti sırasında Reich’ın iyiliği için” suç işleyen herkese af veren bir mevzuat çıkardı. Daha sonra beşi de hapishaneden serbest bırakıldı.
(https://www.historylearningsite.co.uk/modern-world-history-1918-to-1980/weimar-germany/the-potempa-murder-of-1932/) Metin internetten çeviridir.